Yoga & Meditasyon
İçimdeki çizgilerle renkler buluşunca
0 Adet Yorum
-15 Şubat 2015
Mandalaya olan merakım uzun yıllar öncesine dayanıyor. Ne anlama geldiğini araştırmaya başladığım zamanlarda henüz yogayı bile tanımıyordum. Daire oluşu, içindeki renkler, şekiller hepsi beni büyülüyordu. Bu şekillerin nasıl çizilebildiğini ve neden çizildiğini sorguluyordum sürekli. Okumalarım sonucunda öncelikle mandalanın sanskritçe kökenli bir sözcük olduğunu öğrendim; “Manda” enerji-öz, “la” ise kap anlamında. Seyahatlerimde ummadığım yerlerde karşıma birbirinden güzel mandala kitapları çıktı. Hindistan’a giden gezgin bir arkadaşım Dramsala bölgesinden bana nefis bir mandala getirdi. Evimizin en özel köşesini süsleyen bu mandalaya bazı günler sadece öylesine bakar ve bizi koruduğuna inanırım.
Dün Yeşim Cimcöz Yazıevi’nde çok güzel vakit geçirdiğim mandala atölyesi sebep oldu burada sizlere bu konuyu anlatmama. Aslına bakarsanız mandala çizim atölyesine gitme planım da yoktu. Yazıevinde yapılan bir çekilişte kendisine bir katılımlık mandala atölyesi hediyesi çıkan çok güzel bir insan ilgimi çeker diye hediyesini bana hediye etti. Ben de büyük bir zevkle kabul ettim tabiki. Fakat gördüm ki mandala boyamak hiçbir şeymiş. Asıl olan o daireyi kendin çizip her bir noktasına kadar iğne oyası gibi işleyip, renklerin ve çizgilerin içinde kaybolmakmış.
Çağlar boyunca mandala, meditasyon ve enerji sembolü olarak kullanılmış olsa da en eski mandalalar kırk bin yıl öncesine dayanan mağara duvarlarına yapılmış resimler içinde görülmekte. Hiçbir dini, düşünceyi barındırmıyor ve hiç bir kuralı, tekniği yok. Kural yok demek kulağa ne güzel geliyor değil mi? Sadece kendinizle bir olduğunuz güçlü bir meditasyon aracı bana göre.
Hepimizin bildiği gibi daire sonsuzluğun, bütünlüğün, mükemmelliğin sembolü. işte bu anlamda mandala da kendi içimizdeki bütünlüğü yakalamamızı, sağ ve sol beynimizi yani şiva ve şaktiyi, dişil ve eril enerjilerimizi dengelememizi sağlıyor. Duygu ve düşüncelerimizden oluşan enerjiyi daire şeklindeki bir kaba boşaltıyoruz.
Mandala diyince İsviçreli psikanalist Carl Gustav Jung’un adını geçirmemek olmaz. Jung hastalarına daireler çizdirirmiş ve bunlara mandala olarak adlandırırmış. Jung’a göre mandala, insanoğlunun gerçek potansiyelini yaşama ve bütün kimliğin şemasını oluşturma dürtüsünün temsilcisiymiş. Jung’un mandala kavramı insanın mükemmeliği ile ilgili. Bir bütün olarak gerçek benlik (mandala), sürekli toplumsal maske (persona) kullanıldığı için artık gizlenmiştir. Keşfedilmesi gerekmektedir. Her insan kendi mandalasını arayıp bulmalıdır.
Hinduizm ve Budizm’de mandala, evreni temsil eden bir şekil ve ritüeldir. Tibetli budist keşişler madala ritüellerini boyanmış kum tanecikleriyle yaparlar. Chack-pur adı verilen geleneksel metal borularla kum taneciklerini akıtarak şeklin içini günlerce çalışarak doldururlar. İyileştirme işlevinin tamanlanması için kimi zaman kalan kum tanecikleri izleyicilere dağıtılır. Ritüel bittiğinde mandala bozulup kumlar akan suya akıtılır. Bu şekilde hayatta hiçbir şeyin kalıcı olmadığı, bize ait olmadığı sembolize edilir ve kum taneciklerinin suya karışmasıyla birlikte hoşgörünün, huzurun tüm evrene karışmasına niyet edilir.
Mandala çizerek ve boyayarak gündelik hayatın kaosundan biraz olsun uzaklaşıp, yaratıcılığınızı keşfedebilir, dikkatinizi toplayabilir, medite olabilir, kararsız kaldığınız konularda iç sesinize ulaşabilirsiniz. Uzmanlar, mandalanın çocuklarla birlikte yapıldığında da dikkat eksikliği konusunda çok faydalı olabileceğini söylüyor. Özellikle günümüz çocukları için televizyon ve bilgisayardan uzak vakit geçirebilmek anlamında iyi bir alternatif olduğu kesin.
Daireler hayatımızın her yerinde. Dünya, güneş ve aydan başlayıp ilişkilerimize ve hayatımızı çevreleyen diğer sosyal unsurlara bakarsak aslında sürekli bir dairenin içinde sonsuz dönmekte olduğumuzu görürüz. Bu anlamda herşey ve hepimiz birbirimizle bağlıyız. Hint düşüncesine göre kişisel egolarımız okyanustaki birer ada gibidir. Oradan kendi dünyamıza, birbirimize bakarız ve birbirimizden ayrı varlıklar olduğumuzu düşünürüz. Göremediğimiz şey ise birbirimize, suların dibindeki okyanus katı ile bağlı olduğumuz gerçeğidir.
Son olarak çakraların da daire şeklinde olduğunu ve her çakranın sonsuz renkler içerdiğini hatırlatıp kaçıyorum. Hep birlikte düşünelim…