seyahat

Minik tatilimizden…

6 Yorum

-

26 Temmuz 2012

Barcelona’dan döneli neredeyse 2 hafta oldu ancak yazabiliyorum. Kendimle kalabildiğim saatler o kadar sınırlı ki okullar tatil olduğundan beri, ola ki böyle bir zaman dilimi yakalarsam ne yapacağımı bilemiyorum, tıpkı şimdi olduğu gibi. Uyusam mı, okusam mı, yazsam mı derken şu sıcakta balkonları karşılıklı açıp estirip, sütlü kahve ve yanında çikolatalı birşeyler aldım oturdum bilgisayarın başına. Pek eğlenceli geçen minik tatilimizden bahsetmek niyetindeyim sizlere. Her ne kadar Doğa ile gittiğimiz için şehrin gece halini pek keşfedememiş olsak da ayaklarımız acıyana kadar yürüdük, hiçbir türlü gezmemizden yememizden, içmemizden de kusur kalmadık. Sadece canlı Flemenko Dansı izleyemedik çünkü gece 23’ten sonra başlıyordu ve biz gündüzleri o kadar yoruluyorduk ki gezmekten. Gece o saatte bilmem kaçıncı uykuda oluyorduk:)

Herşeyden önce çok romantik bir şehir. Başbaşa bir defa daha gidile şeklinde aklımıza yazdık. Daracık sokaklardan yürürken birden karşısınıza çıkıveren meydanlar, sahil şeridi, gotik mimarisi, pazarı, müzeleri, parkları, sergileriyle oldukça renkli ve yürüyerek dolaşmak için ideal bir şehir kaldı hafızamda. Doğa’nın yürümeye alışkın olması oldukça işimize yaradı. Bebekken pusete binmiyor sürekli arkasından koşturuyor diye şikayet ettiğim günleri hatırladım da güldüm hatta. Meraklı, uyumlu, kokoş (ayaklarındaki ojeler çıktı diye marketlerde aseton arayacak kadar) bir seyahat arkadaşı oldu çıktı bizimki. Tabiki arada hep söylenip durdu, “bayılıcam yürümekten, şuraya oturucam bak şimdi” her günkü klasik diyaloglarımızdan örneğin.

En komik tepkiyi Picasso Müzesi’nde verdi. Sanırım o kadar fazla tabloya bakmaktan haklı olarak sıkıldı ki, “Anne bak benim gibi gözünle hızlıca takip et çıkalım. Önünde durup uzun bakmana gerek yok yanii” diyerek hızlandırdı çıkışımızı. Müzeye ilk gitmek istediğimiz gün kuyruğu görünce geri kaçtık. “Ertesi gün sabah erken geliriz” dedik. Fakat ertesi gün sabah gittiğimizde daha uzun bir kuyrukla karşılaşınca bir defa daha anladık ki birşeye karar verince o an yapacaksın, ertelemeyeceksin. Müze, park, klise vs.. her türlü kuyrukları inanılmaz hızlı ilerliyor. Picasso Müzesi’nde de ucu görünmeyen bir kuyruğu 15 dakikada aştık. Picasso’nun eserleri belediyeye ait saraylarda segileniyor. En eski çalışmalar sanatçının 9 yaşından kalma. İnceledikçe yeteneğini nasıl da geliştirdiğini gözlemleyebiliyorsunuz. Bu müzedeki eserler Paris’tekinden sonra en büyük Picasso koleksiyonunu oluşturuyormuş.

La Rambla

Şüphesiz ki şehrin en keyifli yerlerinden biri La Rambla caddesi ve çevresi. Adını “kumlu, kurumuş akarsu yatağı” anlamına gelen bir Arapça kelimeden alan bu cadde,  gerçekten de 14. yüzyılda Barselona’lı aileler yakınlarına evlerini inşa edene kadar sığ bir akarsu yatağımış. İstiklal caddesi gibi trafiğe kapatılmış, her iki yanı tarihi binalar, çiçekçiler, dondurmacılar, restoranlarlar ve günün her saatinde farklı kılıklarda canlı heykeller, tarot falcıları, saç örenler, sokak ressamları, karikatürüstlerle dolu renkli bir cadde.

Caddeden aşağı sahile doğru inerken sağ tarafta bulunan 19. yüzyıldan kalma kapalı pazar da görülmeye değer. Aklınızın alabileceğinden fazla sayıda meyve ve kuruyemiş çeşidi, et, balık bulunan pazarı sabah saatlerinde görmek gerek yoksa gün boyunca çok kalabalık oluyor. Şehrin genelinde çok fazla sayıda turist var. Turistlerin de çoğunluğu minimum 3 çocuklu. Müze kuyruğunda bile sabahın köründe biberonla süt içen bebeler gördük.

Doğa’yı en çok etkileyen yerler arasında La Sagrada Familia ve Park Güell vardı. Her ayrıntısı ince ince işlenmiş bu mimari harikalar bizi de oldukça cezbetti. Kilisenin içindeki mimariyi Doğa’ya anlatana kadar biraz zorlandık tabii her ayrıntıyı sorması sonucunda bir baktık ki birara İsa’nın Doğumu’ndan başlamışız İncil’e gelmekteyiz:)

La Sagrada Familia
Katedral

Ben en çok Katedral, önündeki antikacılar, çevresindeki daracık sokaklardan erişebileceğiniz meydanları sevdim. O meydanlarda içilen şarapların tadı ve sokaklardan yükselen müziğin tınısı çok tanıdık geldi bana. Çok sevdim o an orada olmayı.

 

Plaja sadece bir gün öğleden sonramızı ayırabildik. Soyunma kabini, duş, tuvalet vs..hepsi mevcut. Deniz hafif dalgalı, plaj sadece kum. Tek sorun şemsiye olmaması. İnsanların çoğu sırtında portatif plaj şemsiyesi, yaygısı, içinde mayosu ile geziyor. Ama tabii biz gün içerisinde farklı yerlere gittiğimizde yanımızda şemsiye taşımayı göze alamadık. Bir öğleden sonra güneşi de çok rahatsız etmedi bizi zaten. Doğa’yı sokaktan aldığımız bir kova, kürek ile deniz keyfimiz tamamlandı:) Malum kumsalın tadı kale yapmadan çıkmaz.

Park Güell

Yemekler tam benlik. Alabildiğine deniz mahsülü, her türlüsü kabuklusu kabuksuzu ve yanında ister şarap, meyve ve konyak karışımı olan Sangria, ister köpüklü İspanyol şarabı Cava… hımmm enfes. Şimdi bile ağzım sulandı. Tapas dedikleri atıştırmalıklarla başlıyor yemek, ardından ana yemek sözde yeniyor ama biz tapaslarla doyuyorduk. Doğa da pizza, makarna, hamburger, balık gibi her nerede isek kendine uygun birşeyler buldu yemek için. Yine de İstanbul’dan bavula koyduğum kaşarlı minik sandviçler ve marketten alıp odaya koyduğumuz cornflakes ve süt sabah kahvaltılarında işimizi kolaylaştırdı. Doğa’ya hızlıca kahvaltı ettirip yollara düştük. En çok da Türk kahvaltısını, demli çayı, beyaz peyniri özlüyor insan. Fakat Serdar hadi dese hemen şimdi bavul yapabilirim Barcelona için:) Her yanıyla gezilesi görülesi bir şehir.

 

ÖZGÜR TURAN’DAN HABERDAR OL,

YENİ YAZILAR, ETKİNLİKLER VE GÜNCELLEMELERLE SENİ HABERDAR EDELİM

ÖZGÜR’Ü BURALARDA TAKİP EDEBİLİRSİN Twitter Instagram