Ebeveyn & Çocuk

Sıkılmak çocuk için en güzel armağandır

2 Yorum

-

19 Mart 2012

“Aşırı yoğun bir çocuk, hiç durmadan mahsul veren toprağa benzer. Dinlendirilmemiş, derin köklerle havalandırılıp besinlerin derinlere ulaştırılmadığı bir toprak…”

Şu 6 yıllık kısacık ebeveylik yolculuğumda öğrendiklerim, ne çocukluğumda, ne iş hayatında ne de okullarımda öğrendiklerimle karşılaştıramayacak kadar değerli. Şimdi diyeceksiniz ki ebeveyn olana kadar biriktirdiğin bilginin, yaşanmışlıkların da faydası olmuştur mutlaka. Evet orası muhakkak tabii ama günümüzde ebeveyn olmak gerçekten başlı başına zor bir durum. Ebeveynliğe bakış açım ve bir ebeveyn olarak ailemle ilişkilerim, öncelikle birkaç yıl önce katıldığım Connection Parenting – Çocuklarla Elele Semineri ile tamamen değişti. Asıl olanın gönül bağı ile ebeveynlik olduğunu, sevginin her türlü krizleri aşabileceğini, çocukla aranızdaki bağ kuvvetli olduktan sonra her süreçten kolaylıkla geçebileceğimizi gördüm ve birebir deneyimledim. Fakat hayat benim için öğrenme üzerine kurulu olduğundan bu konularda yazma, çalışma ve okumayı hiç bırakmadım. Bu ay 2 sayfamı da çok taze okuduğum bir kitaptan derlemelere ayırdım; “Daha Sade Bir Hayat – Kim John Payne ve Lisa M. Ross”.

Özellikle yoğun çalışan, çocuklarına vakit ayıramadığından yakınan, çocuğunda dikkat eksikliği problemi olduğunu, ergenleriyle iletişim kuramadığını ya da çocuklarının mutsuz olduğunu düşünen tüm ebeveynlere şiddetle tavsiye ediyorum.

Kitap, günümüz dünyasının karmaşa ve yoğunluğunda çocuklarımızla bağımızın nasıl ve nerelerde koptuğuna ve bu bağı kuvvetlendirmek için neler yağmamız gerektiğine değiniyor. Kısaca kendi hayatımızı ve çocuklarımızın hayatını sadeleştirmenin yollarını bütün ayrıntılarıyla gösteriyor.

Yazarın çok ilgimi çeken bir tespiti var ki bu konularda bilgi sahibi olmadan önce benim de yaptığım ve halen çevremde de çok yakınen tanık olduğum bir durum; Çocukları toz pembe bir hayata hazırlamak. Örneğin her anlarını “mutlu” geçirebilmeleri için çocuklara sürekli seçenekler sunmak öyle ki sıkılmalarına hiç fırsat vermeksizin onlara sürekli aktive düzenlemek. Bu aktiviteler, arkadaşlarıyla görüşme, piyano kursu, basket antremanı ya da sinema olabilir. Ya da çocuk içinden çıkılması zor bir durumla baş başa kaldığı zaman, onun yerine düşünmek, onun yerine çözümler bulmak ya da konuyu değiştirip bu konudaki üzüntüsünü unutmasını sağlamak. Bakın yazar bu konuda neler söylüyor; “

Bizler anne babalar olarak uyum bağımlısı olmamalıyız . Her gecenin çocuklarımız için bir “gökkuşağı deneyimi” olacağını umut etmek caziptir. Onları bu mutluluk balonu içinde turabilsek bu mümkün olabilirdi. Ama onların çatışmaya da ihtiyaçları vardır. Çocuklar zorlu durumlarla baş etmenin yollarını bulmalılar. Aşırı koruyucu davrandığımızda, çocuklarımızın yaşadığı her bir deneyimin ve uyanışın mükemmel olması konusunda aşırı nevrotik davrandığımızda, onları davranışlarında iniş çıkışlara neden olmaktan koruyamayız. Onları buna itmiş oluruz. Onları böylece sorunlarla başa çıkmayı bilmeyen bireyler haline getirebiliriz”.

Yazara göre, çok sayı da oyuncak yaratıcılığı nasıl engelliyorsa, çok fazla planlanmış aktivite de çocuğun kendini yönetme, yalnız zaman geçirme ve kendi kendine yetebilme becerisini engelliyor. Kitapta çok net bir şekilde, sıkılmanın çocuk için bir armağan olduğu, her çocuğun günlük programı içerinde mutlaka boşluklara ihtiyacı olduğu, yani sıkılması gerektiği vurgulanıyor.  Yazar, bu boşluk zamanlarının çocuğun içindeki sesi duyabileceği, yaratıcılığını kullanabileceği ve kendi benliğini ortaya koyabileceği çok değerli zamanlar olduğunu belirtiyor. Ama bizler çocuklar sıkılmasın diye bu boşluk zamanları çalıp çocuğu oradan oraya taşıyınca çocuk kendi iç sesini duyamaz hale geliyor ve bir süre sonra duygusal ihtiyaçlarının farkına varamıyor. İşte böyle zamanlar öfke krizleri, inatlaşmalar başlıyor ve bizler de ne diyoruz; “Bu çocuk ne yapsam mutlu olmuyor.” En çok istediği, hani reklamda gördüğü, süper ışıklı, sesli kamyonu alıyoruz ama çocuk yine mutlu değil. Sabah arkadaşlarıyla brunch’a katılmış, arkasından basket kursuna gitmiş, hemen ardından da sinemaya gitmiş. Eve gelince de yatmadan önce bilgisayar oynamış. Bize göre her istediği olmuş, daha ne olsun? Ama işte durum maalesef vahim sevgili okurlar. Bizler her daim her yerden mobil olabilmek adına cep telefonlarımızı elimizden düşürmezken, çocuklarımızdan farklı bir şey yapmalarını bekleyemeyiz. Öncelikle bizler yaratacağız kendimize bu boşluk zamanlarını ki çocuklarımızda birebir görerek yaşayacak. Yazarın önerisi, günlük programları dengelemek. Örneğin bir gününüz çok yoğunsa ertesi günü çocukların da kendileriyle vakit geçirebilecekleri şekilde organize etmek.

Tabii bir de her konuda çocukların fikrinin alınması konusu var ki bu gerçekten çok önemli. Yazar, çocukların evin patronu ve karar verici konumunda kesinlikle olmaması gerektiğine değinerek şöyle diyor; “Küçük bir çocuğun yediği, giydiği ve yaptığı her şeyle ilgili “tercih yapma özgürlüğü” olması kaldıramayacağı bir yük olabilir. Seçenekler azaldıkça baskı da kalkar. Çocuklar kendi düşüncelerine sahip olabilmek için gereken zamana ve özgürlüğe kavuşurlar. Kişiliklerini yavaş yavaş geliştirirken huzur hissederler ve kişilikleri de seçeneklerinin, yaptıkları tercihlerin veya satın aldıklarının toplamından fazlasıdır. “Marka kimliği”nden daha fazlasıdır.”

Reklamların çocuklara mesajları

Pazarlama faaliyetleri karşısında kimse yeterince güçlü değildir. Çocuk medyaya, televizyona ne kadar maruz kalırsa, reklamlardaki mesajlar karşısında da o kadar savunmasız oluyor. The Shelter Of Each Other (Birbirine Sığınmak) adlı kitabında Mary Pipher, reklamların bize ve çocuklarımıza öğrettiği, üzerinde pek konuşulmayan mesajlara yer veriyor;

*Sahip olduklarımızla mutsuz olmak

*Dünyanın merkezinde ben varım ve istediğim hemen olmalı.

*Ürünler insanlara özgü karmaşık problemleri çözer ve ihtiyaçlarımızı karşılar.

*Ürün satın almak önemlidir.

10 yaşında bir çocuk, ortalama 300-400 markayı ezbere biliyor ve araştırmalara göre, çocuklar 2 yaşına geldiklerinde konuşarak, işaret ederek ve çığlık atarak gördükleri oyuncakları istiyorlar.

Serbest zaman gittikçe azalıyor

Çocuklar ve ergenler (8-18 yaş aralığı) günde ortalama 3 saat televizyon izliyorlar ve bu süreye video izleyerek veya video oyunları oynayarak geçirdikleri zaman dahil değil. Tüm medya kullanımı (TV, bilgisayar, basılı medya, sesli medya, video ve video oyunları) dikkate alındığında, bir günde harcanan zaman ortalama olarak 6,5 saatin biraz altındır. Ve televizyon izlemek bu sürenin en büyük bölümünü kapsıyor.

Günümüzde çocukların boş zamanları haftada 12 saatten daha az. Michigan Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 1981 yılında bir öğrenci uyku, yemek, ödev ve planlanmış aktivitelere ayrılan zaman dışında günün yüzde 40’ını serbest geçirebiliyorken 1997’de bu süre yüzde 25’e inmiş. Bugün hangi oranda kimbilir.

Not: foto koyamadım bir türlü bu yazıya. Teknik bir problem var henüz çözemediğim. İdare ediverin artık böyle:)

ÖZGÜR TURAN’DAN HABERDAR OL,

YENİ YAZILAR, ETKİNLİKLER VE GÜNCELLEMELERLE SENİ HABERDAR EDELİM

ÖZGÜR’Ü BURALARDA TAKİP EDEBİLİRSİN Twitter Instagram